Gönderen: beranakdag | 15 Nisan 2010

Galapagos günlükleri, haftalık bir rüya

24.3.2010

2-3 saatlik bir uykuyla saat 5’te kalkıyorum. Gün ağarmamış, ama ben yolculuğumun en önemli bölümü olan Galapagos yolculuğuna hazırım bile, heyecanım dorukta. Taksi beni kapıda bekliyor. 15-20 dakikada havalimanında oluyoruz.

İşlemler o kadar uzun ki uluslararası uçuştan daha fazla angarya var. Bir kere Galapagos’a gitmek için Ingala denilen karta ihtiyaç var. Bunun için formlar dolduruluyor ve sizin adınıza bir kart basılıyor. Bir bakıma Galapagos’a giriş vizesi gibi bir şey. Bagajlar sıkıca kontrolden geçiriliyor. Ama uçağa binmeden tekrar size teslim ediliyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu. Sonra check-in’e gidiliyor ve bagajlar teslim ediliyor.

Terminalde beklerken göz ucuyla bekleyenleri gözlüyorum. Yaşlısı, genci herkesin yüzündeki tatlı tebessümden heyecan içinde oldukları belli oluyor. Acaba benimle aynı tekneye binecek insanlar da var mı acaba uçakta diye düşünüyorum. Uçağın kalkması 1 saat kadar gecikiyor. Ben de havaalanında bulunan tek küçük büfeden bir şeyler alıp atıştırıyorum.

Uçağa biniyoruz, uçak önce Ekvator’un en büyük şehri Guayaquil’e iniyor, burada inenler oluyor, binenler oluyor. 30-40 dakika kadar bekliyoruz uçak içinde. Bir ara uykusuzluktan içim geçiyor. Uçağın havalandığını bile farketmiyorum. Uçak Galapagos’a varmadan pasifik okyanusunun üzerinde uyanıyorum. Heyecanla pencereden adaları arıyor gözlerim. Her yer masmavi, gökyüzü, okyanus. Sonunda adalar beliriyor, iyice heyecanlanıyorum.

Önce San Cristobal adası beliriyor, ama oraya inmeyeceğiz, diğer bir havaalanına, küçük Baltra adasına ineceğiz. Zaten topu topu 2 havalimanı var, ikisi de birbirinden küçük.  Baltra adasına inerken dikkatimi çeken şey bu adanın üzerinde havaalanından başka bir şey bulunmaması ve hayal ettiğimin tersine dümdüz, ağaçsız ve boz bir ada olması. Hemen kendimce adamlar akıllı diğer adaların doğasını bozmamak için en boz adayı seçmişler havalimanı için diyorum. Umarım diğer adalar da böyle boz değildir.

Neyse havalimanına iniyoruz. Ya da öyle bir şeye! O kadar küçük ki, zaten yürüyerek gidiyoruz terminale, önce ilaçlı bir halının üzerinden geçiliyor, sonra uzunca bir sıra oluşuyor. Tekrar evrak kontrolleri, ulusal parka giriş ücretini ödeme, bagajların tekrar didik didik aranması, işlemler oldukça uzun sürüyor. Galapagos’a insan dışında herhangi bir organizmanın dışardan girmesini istemiyorlar. Ekolojik dengeyi bozacak herhangi bir şey, yiyecek, bitki, hayvan, mikrop. Nerdeyse bizi de sterilize edecekler.

Bu işlemler de bittikten sonra bizi tekneye götürecek tur rehberi Bolivar’la buluşuyoruz. Bütün Ekvatorlular gibi o da minyon ama bir o kadar da şirin bir tur rehberi. Zımba gibi ihtiyar bir delikanlı. Ben de Bolivar ismini duyunca ilk ispanyolca esprimi yapıyorum. Yoksa adın da Simon mu, Simon Bolivar? diyorum.

Bizim tekneye binecekler bir araya toplanıyor. Evet Quito’da havaalanında daha önce gözlemlediğim insanlardan bazıları. İlk Miro ile tanışıyoruz. Sebebi ikimiz de uzun yol süresince sigara içemediğimiz için arada hemen birer sigara yakmışız. Miro karısıyla gelmiş Galapagos’a, Güney Afrika’da yaşıyorlar ama aslen Sırplar. Miro’da tam bir çiçek çocuk havası seziyorum.

Kanala gidiyoruz otobüsle. Kanalda tüm eşyalar otobüsten indiriliyor ve bir kanal botuna yükleniyor. Artık botla Baltra adasından esas büyük ada olan Santa Cruz adasına geçiyoruz. Bu da bir 15-20 dakika sürüyor. Ardından eşyalar tekrar başka bir otobüse yükleniyor. Çünkü bizi bekleyen tekne adanın diğer ucundaki Puerto Ayora limanında demirli.

Yolculuk yaklaşık 1 saat sürüyor ve pencereden etrafı inceliyorum. İçimden inanamıyorum Galapagos’a geldim diyorum. Baltra adasında tahmin ettiğim gibi, flora fauna birdenbire değişiyor, sanki bir jungle’a girmişiz, yalnızca ortasından geçen upuzun bir asfaltın üzerindeyiz gibi. Asfalt dışında insana dair hiç bir medeniyet izi yok, yerleşim yok, çöp yok, tabela yok. 1 saat boyunca yoğun ormanların içinden geçiyoruz, işte bu diyorum.

Sonunda yerleşim bölgesine geliyoruz. Biraz yağmur atıştırıyor, o güzel havayı içime çekiyorum. Puerto Ayora’da indiriyor otobüs bizi. İskelede bizi tekne turu boyunca rehberliğimizi yapacak Diego karşılıyor. Tabi ona da Diego Armando Maradona esprisini yapmıyorum henüz. İçimden geçiriyorum sadece. İlk deniz aslanını oracıkta, iskelenin altında miskince yatarken görüyorum.

Tekneye, teknemize gidiyoruz zodiaclarla. Pelikona teknemizin adı. Pelikan benim kaderim oldu artık, peşimi bırakmıyor. Teknede bizden önce geziye başlamış bir grup daha var. Herkes bir araya toplanıyor teknede tanışmak ve kamara paylaşımını yapmak için.

Norveçli Otto ile aynı kamarayı paylaşacağız. Herkes eşyalarını kamaralarına taşıyor. Bizim kamarada ranza şeklinde 2 yatak var, ama alttaki bayağı çift kişilik yatak boyutunda, üstteki küçük. Otto’ya diyorum ne yapacağız, istiyorsan sen daha uzun ve irisin sen altta yat. Yok yok diyor, yazı tura atalım. Ben de içimden bak kaşınıyorsun, ben şanslı adamım, kaybedersin diyorum. Neyse ısrar ediyor, artık neye güveniyorsa. Tahmin edin ne oluyor, tura diyorum ve tabi ki tura geliyor. Otto da boynunu bükerek üstteki yatağa razı oluyor. Ama kamara çok konforlu, banyosu kocaman ve tertemiz.

Hemen toparlanıyoruz, tekneye gelen yeni grup olarak hemen ilk programımıza başlıyoruz. Hemen yakındaki Charles Darwin Research Station. Bolivar eşlik ediyor bize.

Karaya adım atar atmaz kırmızı yengeçler ve marine iguanalarla karşılaşıyoruz iskelede. O kadar çoklar ki yürürken üzerlerine basmamak için özen göstermeniz gerekiyor. Yürümeye başlıyoruz içerilere doğru, sağlı sollu bir sürü küçük kulübe şeklinde araştırma merkezleri, endemik onlarca bitki ve ağaç. Bolivar önlerinde durarak anlatıyor hepsini. Dev kaplumbağaların bölgesine geliyoruz. Belirlenmiş yollar var onların dışına çıkılmıyor, hayvanların yuvaları ve yumurtalarına zarar vermemek için. Her dev kaplumbağanın bir ismi var, en ünlüsü de Lonesome George. Kıçı dönük görüyoruz onu, ne badireler atlatmış. Diğer bir gruba rastlıyoruz, diplerine kadar giriyoruz, ne kadar iriler. Herkes fotograf çekmek için sıraya giriyor. Yaşlara göre sınıflandırılmış kaplumbağaları seyrediyoruz bir süre, 1 yaş, 2, 3, 5, 10… Ardından bu sefer land iguanaların bölgesine giriyoruz. Cart renkleriyle dikkat çekiyorlar ve de tabi tarih öncesi görüntüleriyle. Dev kaktüs ağaçlarını da inceledikten sonra Galapagos’la ilgili bir müze geziyoruz, içerde de kısa bir belgesel seyredip çıkıyoruz.

Bolivar’a yaşını soruyorum, 71 diyor, inanasım gelmiyor, zımba gibi. Ve atlıyor bisikletine bizden ayrılmadan hemen önce, sahilden yürüyerek ilk geldiğimiz limana kadar yürüyebilirsiniz diyor ve vedalaşıyor.

Tshirtlere bakarken gruptan biraz geri kalıyorum. Sonra da dalış için Lonely Planet’te adı geçen dalış merkezini Iguana Diving’i görünce hemen giriyorum içeri, bilgi almak için. Bilgi ve fiyatı alıyorum ama benden ödeme yapmamı istiyorlar, yanıma hiç bir şey almadığım için dalışı ayarlayamıyorum üzülerek. Bu arada gruptan iyice koptum, ortalarda kimse gözükmüyor. Yollar da pek tanıdık gelmiyor, kaybolduğumu düşünüyorum önce, eğer tekneyi bulamazsam ilk günden rezalet diyorum, tekne beni beklemez gider. Ama soğukkanlılıkla, biraz navigasyon bilgisi, olasılıklar ve yine şans yardımıyla tam zamanında limanda oluyorum. Bot bizi alıp  tekneye götürüyor, hadi yine yırttım.

Akşam güzel bir yemekten sonra hoşgeldiniz ve tanışma kokteyli yapılıyor. Diego önce tekne ekibini tanıtıyor tek tek, sonra da misafirler adlarını ve hangi ülkeden olduklarını söylüyor. İsveçli, Norveçli, Alman, Güney Afrikalı, İsrailli, İngiliz, Avustralyalı, Türk. Yine Birleşmiş Milletler gibiyiz. Miro ile sohbet ediyoruz biraz. Yugoslavya’da iç savaş çıkmadan 3 gün önce karısı Maja ile ülkeyi terkedip Güney Afrika’ya yerleşmişler.  Şimdiki hedeflerini de anlatıyor Miro (asıl ismi Miroslav). Güzel bir karavan alıp ünlü Kruger Ulusal Park’ında doğayla ve hayvanlarla içiçe yaşamak.

Akşam şehire gitmek isteyenler botla şehire gidiyorlar, ben teknenin tadını çıkarmak için teknede kalıyorum. İsrailli Noam ile tanışıyoruz bu arada. Babası Yoav ile gelmişler tekneye. Daha doğrusu buluşmuşlar. Noam 6 aydır geziyormuş Latin Amerika’yı. Noam biraz sohbet ettikten sonra tutturuyor sen türksün tavla biliyorsundur, hadi tavla oynayalım. Kıramıyorum. O kadar tavla hastası ki bütün gece yenilmeye doymak bilmiyor, sürekli bir kere daha bir kere daha. Sonunda bir oyun veriyorum ve bak kazandın hadi böyle bitsin diyorum.

25.3.2010

Sabah 6:45’te kahvaltıyla başlıyor günümüz. Hemen ardından botlarla karaya çıkıyoruz. Çıktığımız ada Floreana adası. Tekne biz gece uyurken uzun bir yol alıp buraya kadar gelmiş. Çıktığımız nokta Punta Cormoran. Çok güzel bir sahile ıslak iniş yapıyoruz. Hava oldukça kapalı. Her yer kırmızı yengeçlerle dolu. Hafif yeşile ve maviye çalan bembeyaz bir kum, volkanik siyah kayalar ve kırmızı yengeçler.  Diego kumların arasındaki mavi-yeşil rengi veren şeffafımsı taşları gösteriyor. Bu arada yağmur gittikçe hızını artırıyor. Sırtçantasınınkini almışım ama kendi yağmurluğumu almayı unutmuşum. Olsun böyle ıslanmak da güzel. Nasılsa durur.

Sessiz ve küçük adımlarla başka bir koya gidiyoruz. Her yer flamingo dolu, bir yanda balıkçıllar, bir sürü adını bilmediğim kuş türü daha, hangisine bakacağımı şaşırıyorum. Bu bölüm tam bir kuş gözlemine dönüştü. Yağmursa hızını öyle bir artırdı ki deyim yerindeyse donumuza kadar ıslandık. Ama herkes çok mutlu, sorun yok. Yürümeye devam ediyoruz, başka bir plaja doğru. Yağmur duruyor artık, güneş parıldayarak tüm bulutları kovuyor bir anda. Dalgaların içinden karaya vuran stingray’leri takip ediyoruz, suyun içine girerek bir süre.

Tekneye dönüyoruz, derinsu şnorkeli yapmak üzere. Palet, maske, şnorkellerimizi aldıktan sonra botla başka bir koya gidiyoruz. Suya girer girmez onlarca deniz aslanı bize eşlik ediyor. Hepsi bizim suya girdiğimizi görerek yattıkları kayalardan bir bir suya atlıyor. Meraktan, oyun oynamak için ya da hava atmak için, kim bilir. Dakikalarca bizimle oynuyorlar, arada bir sürtünüp, çekştirip, paletlerimizi ısırıyorlar. Hep göz temasındalar. Ben de bir tanesini gözüme kestiriyorum, tenine değmek hissetmek için. Punduna getirip değiyorum, çok güzel bir teması var, o da çok rahatsız olmuyor ama biraz aradaki mesafeyi artırıyor. Ama gözü üzerimde hala. Çok güzel bir duygu ilk defa bir deniz aslanına suda dokunmak. Bu arada bir tane beyaz yüzgeçli köpekbalığı görüyoruz, ama çok yakında değil. Tam geri dönme vakti gelmişken büyük bir sürüye rastlıyoruz, büyüleyici, suyun içinde uçarcasına yüzen bir sürü, golden ray sürüsü. Güzel bitiyor böylece bugünki ilk şnorkel bölümümüz.

Tekneye dönünce hemen öğlen yemeği yeniyor ve ardından herkes dinlenmeye çekiliyor. Bense meraktan şnorkelde çektiğim fotoları hemen bilgisayara atıyorum. Fotograflara bakarken Alissa geliyor yanıma, Hamburglu kendi halinde şirin bir Alman kızı. Fotografları görünce içi gidiyor, meğerse denizaslanlarına aşıkmış ve sualtı makinesi olmadığı için kahralıyormuş kız. Benden özellikle fotoları istiyor, hatta bir dahaki sefere kendisini denizaslanlarıyla çekmemi. Dedim kolay değil yerlerinde durmuyorlar ki, artık şansa.

Bu arada Diego’ya soruyorum, ya bunlar bayağı fok, niye deniz aslanı diyorsunuz. Hemen aradaki farkı anlatıyor, Galapagos’ta fok olmadığını, hepsinin deniz aslanı olduğunu, herkesin de aynı yanılgıya düştüğünü anlatıyor.

Öğleyin aynı adada bu sefer başka bir noktaya gidiyoruz. Yine ıslak iniş. Çıktığımız nokta Post Office Bay. Esprisi ise şu;  Koyun bir noktasında kırık dökük, ahşaptan posta kutuları var. İnsanlar bu kutulara yazdıkları mektupları, kartpostalları üzerlerine adreslerini de yazarak atıyorlar. Ama pul yok postane yok, amaç elden iletmek. Nasıl mı? Mektupları sahiplerine götürecek olanlar, daha sonra aynı şeyi yapmak üzere buraya gelecek diğer turistler. Çünkü biz de bizden daha önce posta kutularına atılmış mektup ve kartpostalları alarak tek tek inceledik. Kim kendi ülkesinden bir kartpostal bulduysa yanına aldı elden teslim etmek üzere. Ben de bir kaç arkadaşıma kartpostal yazıp kutuya attım, ama iletmek üzere Türkiye’den hiç bir mektup ya da kartpostal bulamadım. Umarım benden sonra buraya gelen bir türk benim gönderilerimi sahiplerine elden iletir. Kim bilir ne zaman, ama bir gün, ansızın…sahiplerine teslim edebilir.

Ardından bir Lava Tüpü’ne gidiyoruz. Lava tüpleri aktif volkanik hareketler varken lavaların yeryüzüne çıkmak için açtığı kanallarmış. Çoğunun içinde de tatlı su var.  Bu girdiğimiz bayağı geniş ve yüzlerce metre aşağılara iniyor, zifiri karanlıklarla birlikte. Fenerlerimizle birlikte en aşağıya kadar iniyoruz, suya, buz gibi bir yeraltı suyuna erşinceye kadar. Sonlara doğru mağara git gide daralıyor, eğilerek sürünerek geçiyoruz, ama Diego’nun dediğine göre öyle bir yere geleceğiz ki, tüp tekrar genişleyecek ve bir yüzme havuzu büyüklüğünde doğal bir havuza ulaşacağız. Gerçekten bir süre sonra varıyoruz, yüzecek kadar da geniş ve derin, ama buz gibi. Herkes soğuktan ve neşeden çığlık çığlığa yüzdükten sonra istemeden çıkıyoruz yerin dibindeki karanlık lava tüpünden.

Tekrar kıyıya geliyoruz şnorkel yapmak üzere, ama yağan yağmur, koca bir nehir yapmış denize dökülüyor tam önümüzden. Tabi ne bulursa da onu denize taşıyor, taş, toprak, kaya parçaları. Görüş çok kötü biraz bakınıyoruz etrafa ama bir şey görünmüyor suyun içinde. Vazgeçiyoruz, bugünki aktivite zaten yeter de artar bile.

Tekneye dönüyoruz. Tekne hemen yol almaya başlıyor, yolumuz uzun, Floreana adasından doğuya Espanol adasına gidiyoruz. Yolda, gün daha henüz batmamışken yüzlerce şişe burunlu yunus bize eşlik ediyor, tam da onların yolunun üzerindeyiz.

Akşam yemeğinden sonra herkes üst güverteye çıkıyor birasını alıp. Hava yumuşacık, tekne seyir halinde, ama rüzgar insanı rahatsız etmiyor. İsveçli Cecillia ile İngiliz Patricia aralarında konuşurken kulak misafiri oluyorum onlara, yıldızlardan konuşuyorlar, bu ne, şu ne, şu olsa gerek. Dayanamıyorum katılıyorum konuşmalarına. Orion takımyıldızı, Orion nebula, Boğa takımyıldızı, Yedi kızkardeşler, Sirius derken birden herkes katılıyor muhabbete. Ben de bildiğim kadarıyla tüm sorulanları cevaplıyorum, ama yine de çok tanıdık değilim güney yarımkürenin gökyüzüne, zodiac takımyıldızları ve 1-2 tane daha hariç gökyüzü tanımadığım yıldızlarla dolu.  Güzel bir gece oluyor, yıldızlar eşliğinde, biralar içilirken. Ama sonunda kaptan mesaj yolluyor bize Diego’yla, üst güverteyi boşaltmamız gerekiyormuş tekne seyrederken, tehlikeliymiş. Boşaltıyoruz…

26.3.2010

Tekne gece yine yol almış. Sabah uyandığımızda bambaşka bir adadayız. Espanola adası. Punta Suarer noktası. Bu sefer kuru bir iniş yapacağız karaya, ayakkabılarımızla. Yollar taşlı, terliklerle yürümek zor. Güzel güneşli bir hava, adada tek görünen medeniyet işareti güzel bir denizfeneri, onun dışında bir yerleşim yok. Tek sakinleri Galapagos’a özel hayvanlar, endemik türler. Tabi en başta deniz aslanları. Hiç istiflerini bozmuyorlar biz geldik diye, aralarından geçecek yer yok nerdeyse. Diego’da uyarıyor, anne çocuğunu emzirirken aman çok yakından geçmeyin, saldırıp ısırabilir.

Bu arada daha önce gördüklerimizden daha farklı renklerde marine iguanalar görüyoruz. Yeşili, pembesi. Tabi hemen fotograflar çekiliyor. O sırada Diego elinde dürbünle yakındaki bir şahini gösteriyor, deniz aslanları şamata yaparken. Hangisinle ilgeleneceğimizi şaşırıyoruz bir ara.

Sıkı bir yürüyüşle diğer bir koya geçiyoruz. Görüntü tamamen değişiyor, beyaz incecik kumlu sakin bir sahil, siyah volkanik kayalardan oluşmuş falezlere, rüzgara ve dalgaya dönüşüyor. Manzara harika. Biraz daha yürüyünce dünyada yalnızca Galapagos’ta bulunan mavi ayaklı booby kuşları karşılıyor bizi. Kızgın dalgalar kıyıdaki volkanik kayaların içine girdikçe, bir gayzer görüntüsü oluşturuyor, tabi gökkuşağı da. Bıraksalar orda öylece kalabilirim. Bol bol fotograf çekiyoruz.

Yürümeye devam ediyoruz, iguanalar artık çok olağan gelmeye başladı. Bu arada şahin bizi uzaktan takip etmeye devam ediyor. nazca boobylerin topluca bulunduğu noktaya geliyoruz. Ürkmüyorlar insandan, belli bir mesafeyi koruduğunuz zaman. Bir tanesi yeni yumurtadan çıkmış yavrusunu doyuruyor. Yavru avaz avaz, doymak bilmiyor. İlginç olan yavrunun boyutlarının anneden daha büyük olması, ayıp oluyor ama, bu boya ermişin, hala bebek muamelesi istiyorsun.

İlk indiğimiz koya başka bir yoldan geri dönüyoruz. Deniz aslanları bizi bekliyor. Yavru olanlar çok meraklı, yanlarına uzanıp onlar gibi oluyoruz, herhalde içlerinden şöyle geçiriyorlardır; ne salak canlılar bunlar!

Tekneye dönüyoruz dinlenmek ve öğle yemeği yemek için. Yemek sonrası herkes pestil gibi uyurken, ben yine ayaktayım. Sualtı makinamı ayarlıyorum, fotoları aktarıyorum, pillerimi dolduruyorum, yapacak iş çok. Tekne de yola çıkıyor, aynı adada başka bir noktaya, Gardner Bay.

Şnorkel zamanı geliyor, derin su şnorkeli. Zodiac bizi bir koya götürüyor yine, Alissa ile beraber atlıyoruz suya, fotograf çekiyoruz diye de diğer gruptan kopup ayrı takılıyoruz. Daha suya atlar atlamaz 2 tane beyaz yüzgeçli köpekbalığı geçiyor altımızdan. Melek balıkları, kelebek balıkları aşağıda kaynıyor sanki, ama en çok da balon balıkları etrafta, yani bir balon patlaması olmuş suyun altında. Sapsarısından, kapkarasına bir sürü çeşidiyle balon balıkları.

Bir ara kayaların üzerinde yine miskince yatan bir deniz aslanı görüyoruz. Rengi nerdeyse beyaz, kendini kutup ayısı zannediyor olmasın. Ona takılıp kalıyoruz. Yarısı su altında, yarısı su üstünde anfibik bir poz yakalamaya çalışıyoruz . Çok zor, bir türlü olmuyor, bu sırada şnorkel zamanımız da doluyor.

Tekneye geri dönüyor ve ıslak iniş, kum yürüyüşü ve ardından sığ su şnorkeli için hazırlanıyoruz. Askeri kamptayız sanki, ama müthiş zevk alıyoruz, şartlar ağır da olsa vız gelir.

Öyle güzel bir sahile geliyoruz ki, kum inanılmaz güzel, üzerinde de yatan onlarca, belki yüze yakın deniz aslanı. Diego’ya soruyorum hemen, deniz aslanlarının nüfusu belli mi Galapagos’ta diye. 40.000 diyor tahmin edilen. O zaman insandan çok denizaslanı var burada diyorum.

Alissa bu kadar çok denizaslanını bir arada görünce çılgına dönüyor, mutluluktan taklalar atıyor, kendini kumla kaplayıp onların yanına yatıyor, yuvarlanıyor. Bana da fotogaflarını çekmek düşüyor tabi.  Bu arada küçük mü küçük bir denizaslanı meme emmek için tüm sahilde annesini arıyor. Tüm dişi erişkinlere gidip meme emmeye çalışıyor, ama nafile, bulamıyor, hepsi onu reddediyor, hatta azarlıyorlar onu. O da ağlamaklı bir şekilde umutsuzca bütün sahili arşınlıyor. Alissa kumlarda yuvarlanmayı bırakıp Lobilou adını verdiği bu denizaslanıyla birlikte annesini aramaya koyuluyor. Al yanına götür bari diyorum, olur mu acaba diye ciddi ciddi düşünüyor. Diego doğayı rahat bırakın diyor, büyük ihtimalle annesi yiyecek bulmak için sahilden ayrılmıştır, mutlaka geri dönecektir.

Denizaslanlarıyla uzunca bir zaman geçirdikten sonra şnorkel vakti geliyor. Kimsenin denizaslanlarını bırakası yok ama program belli, uymak zorundayız. Büyük bir deniz kaplumbağası ve oldukça büyük bir eagleray görüyoruz.  Ama görüş yine çok iyi değil, sanırım planktonların çok olduğu bir ana dek geldik.

Akşam yemekleri günün bir özetini geçmekle şenleniyor, herkes birbirine o gün ne gördü onu anlatıyor. Bu arada herkes yemeklerin çok güzel olduğunu ve böyle giderse tekneden kilo alarak ayrılacağımızı konuşuyor.

Yemek sonrası Alissa Cuba Libre yapıyor barda, içelim denizaslanlarının şerefine diye. Bittikçe yenisini yapıyor, konuştukça konuşuyor, anlattıkça anlatıyoruz. Güzel bir muhabbet ama sabah yine çok erken kalkmamız gerekiyor, geç oldu.

27.3.2010

Bu sabah Santa Fe adasındayız. Kahvaltı sonrası hemen ıslak iniş yapıyoruz. Diego’nun dediğine göre yalnızca bu adada bulunan büyük ve renkleri farklı land iguanalar göreceğiz. Ama bizi önce yine denizaslanları karşılıyor sahilde.

Denizaslanlarının hepsi kumda, bir tanesi ve en büyüğü hariç. Diğerlerinin 2 katı büyüklüğündeki ve kafasının önünde belirgin bir çıkıntısı olan erkek deniz aslanı sahil güvenlik görevini üstlenmiş, sudan hiç çıkmıyor. Sahilin bir köşesinden diğerine sürekli tur atıyor, naralar atarak. Meğerse kumdakilerin hepsi dişiymiş, tek erkek olan bu sahil güvenlikçi de bu grubun korumasıymış. Birkaç hafta hep beraber bu sahilde kalıp sonra yer değiştireceklermiş büyük bir olasılıkla.

İçerilere doğru yürümeye başlıyoruz, göreceğimiz canlıların çoğu endemik yani yalnızca Galapagos’ta yaşayan türler. Bir Galapagos alaycı kuşuna (Galapagos mockingbird) rastlıyoruz, her telden şakıyor, diğer kuşların seslerini taklit ederek. Ardından Galapagos ispinoz kuşları (finch), bu adaya özel turuncumsu kara iguanaları, mavi ayaklı boobyler derken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyoruz. Tekneye dönme vakti geliyor.

Derin su şnorkeli için hazırlanıyoruz. Zodiac bizi güzel bir koya götürüp orada bırakıyor. 1 saat sonra tekneye kendimiz yüzerek döneceğiz. Alissa ile beraber atlıyoruz suya yine. Dalgalar kayalara tehlikeli şekilde hızlı vuruyor. Tam o sırada altımda koca bir istakoz görüyorum, rengarenk. Kafamı kaldırıyorum haber vermek için ama yakınımda kimseler yok, fotografını çekiyorum. Bir kaç balık sürüsüyle eğlendikten sonra daha küçük bir adaya yine deniz aslanlarının oyun mekanına doğru yüzüyoruz. Görür görmez hareketleniyorlar bizi. O kadar hızlı hareket ediyorlar ki, fotograf çekmekten vazgeçip videolarını çekmeye başlıyorum, yakalalıcam diye başım dönüyor suyun içinde. Bir bakıyorum Alissa da kendini kaybetmiş arkalarından bir dalıp bir çıkıyor.

Deniz aslanlarıyla o kadar uzun vakit geçirmişiz ki yine dönme vakti gelmiş, tekneden uyarıyorlar hadi dönün yola çıkacağız diye. Hemen dönüyoruz ağzımız kulaklarımızda, deniz aslanları üzgün gözlerle bakıyor ardımızdan…

Biz yemek yerken tekne de South Plaza’ya doğru yol alıyor. Yemekten hemen sonra Alissa ile fotograf değiş tokuşu yapıyoruz, aman tanrım binlerce fotograf oldu nasıl ayıklayacağım diyorum kendi kendime.

South Plaza’ya doğru yol alırken muhteşem fırkateyn kuşları (magnificent frigatebird) eşlik ediyor bize. Ama uçarak değil, teknenin üzerinde bizimle yolculuk yapıyorlar. Gerçekten devasa kuşlar. Erkeklerin gerdanları kırmızı, dişilerinki ise beyaz. Gerdanlarını şişirdiklerinde koca kırmızı bir balon oluyorlar, kanatları da açınca normal büyüklüklerinin 2 katına yaklaşıyorlar. Kanat genişlikleri 2-2.5 metreye ulaşabiliyor bu kuşların.

South Plaza’ya varıyoruz. Hemen kuru iniş için zodiaclarla yola çıkıyoruz sahile doğru. Deniz iguanaları karşılıyor önce bizi, dev kaktüs ağaçlarıyla kaplı, yemyeşil bir ada burası. Kaktüs ağaçlarının gölgesinde miskin miskin uyuklayan yavru deniz aslanları bize pek aldırmıyor.

Her yer kara iguanası dolu, yüzlerce, güneşleniyorlar. Bir kaçı o hantallıkla ağaca tırmanmış yeşil yaprakları yiyor afiyetle. Bu arkaik yaratıkların korkunç görüntüsüne bakınca otçul olduklarına inanası gelmiyor insanın.

Ardından kırlangıç kuyruklu martılara (swallow-tailed gull) rastlıyoruz. Hem de yerde. Yumurtalarının üzerinde oturuyor ve insandan nasıl oluyorsa korkmuyor. Çok güzel kırmızı sürmeli gözleri var ve bakmaktan kendimi alamıyorum doğanın sanat eserlerinden birine daha.

Martılar, iguanalar, denizaslanları derken vakit yine uçup gidiyor. 2 saat ne çabuk da geçti.  Diego’ya dönüşte tekneden denize girebilir miyiz diye soruyorum. Tehlikeli diyor, bull sahrk’lar bu sahilde bazen insanlara saldırabiliyorlarmış diyor. E peki az ilerde gözüken Gordon Rocks’ta nasıl dalış yapılabiliyor öyleyse diye sorunca, yok yalnızca bu koyda diyor. Neyse pek inandırıcı gelmedi ama öyle olsun.

Tekneye dönüyoruz ve tekne hemen yol almaya başlıyor North Seymour’a doğru.  Herkes güzel, cici cici giyiniyor, bu akşam benimle birlikte 7-8 kişinin daha teknede son gecesi. Veda gecesi yapılacak. Miro ve Maja ile sohbet ediyoruz. Miro Güney Afrika’ya gelirsen mutlaka haber ver diyor, bir program yapar beraber gezeriz. Aslında düşünüyorum kaç zamandır, Capetown’da yaşayan çok sevdiğim bir arkadaşım var.

Herkes yavaş yavaş geliyor arka güverteye, Trish, Graham, Alissa, Noah, Cecilia… Fotograflar çekiyoruz, bundan sonraki planları konuşuyoruz. E-mail adresleri toplanıyor, ilerde tekrar haberleşmek üzere. Buruk bir kutlama olacak, alışmıştık birbirimize.

Diego da geliyor, tüm mürettebatla, hepsi temiz pak giyinmiş. İlk geldiğimiz günki gibi şerefe kaldırıyoruz hep birlikte. Ve sonra salsa çalmaya başlıyor, kaptan Alissa’yı kaldırıyor dansa, sonra aşçı Noah’ı, Diego Trish’i derken birden herkes salsa yapmaya başlıyor güvertede. Flaşlar patlıyor, fotograflar çekiliyor, yarın ayrılacak olmanın burukluğu uçuveriyor salsanın sıcaklığıyla.

Noah yine duramıyor yerinde, illa son bir kez daha gitmeden tavla oynamak istiyor. Kıramıyorum, hatta oyunu sırf kazansın diye oynuyorum, tabi ki kazanıyor, yenince tavlayı kapatıp yenilenin koltuk altına sıkıştırmayı öğretiyorum, öğren de gel demeyi bir de, çok hoşuna gidiyor.

Herkes erkenden yatıveriyor. Kendime soğuk bir bira açıp üst güverteye çıkıyorum. Sırtüstü yatıp yıldızları seyrediyorum, dolunaya yakın ayın önünden geçip giden bulutlara. Astral seyahat yapıyorum bir ara aya doğru, Orion’a, Vega’ya, Sirius’a, Rigel’e, Ülker’e… Galapagos’ta olmak çok güzel diyorum içimden, gelmek hayalimdi ve geldim, mutluyum, daha dalışlarım var, hadi ben de yatayım artık.

28.3.2010

Sabah daha gün ağarmadan kalkıyoruz, eşyaları toplamaya bile nerdeyse vakit yok. Bu sefer kahvaltıdan önce North Seymour’a kuru iniş yapıyoruz. Bu sefer muhteşem fırkateyn kuşlarının ana üssündeyiz. Erkek olanlar kanatlarını açıp, gerdanlarını şişiriyor, dişilere kur yapıp diğer erkeklerden üstün olduklarını göstermeye çalışıyor, bu arada da benim gözlerim uykusuzluktan kapanmak üzere.

Tekneye dönüyoruz hızlı bir kahvaltıdan sonra kamaraları boşaltıyoruz. Mürettabat ve teknede kalanlarla vedalaşıp, botlarla kıyıya çıkıyoruz. Tekne günleri ne çabuk da bitiverdi. Benim dışımdaki herkes Galapagos’tan ayrılıyor, bense 3 gün daha buralardayım.

Hep birlikte havaalanının bulunduğu Baltra adasına gidiyoruz önce. Alissa bana Santa Cruz adasının ve Puerto Ayora’nın haritasını veriyor, ihtiyacım olur diye. Gerçekten olacak da. Alissa Ekvator’da biraz daha kalıp Meksika’ya geçecekmiş. Diğerleri de artık evlerine dönüyor. Havaalanında vedalaşıyoruz, kim bilir belki bir gün dünyanın herhangi bir yerinde tekrar karşılaşırız.

Havaalanından önce otobüse binip, adanın öteki ucuna, ordan da kanal botuna binip Santa Cruz adasına geçiyorum. Puerto Ayora’ya otobüs var ama beklemem gerekebilir. Taksi tek başına çok pahalıya gelir diye düşünüyorum. Tam o sırada 3 kişinin taksiye dördüncü aradığını farkediyorum, yine şanslıyım. Hemen biniveriyoruz taksiye.

Takside İsviçreli Ernst ve Fransız Gautier ile tanışıyoruz. Belli ki onlar da aynı teknedelermiş ve orada tanışmışlar. Konu dalıştan açılıyor. Ben de şimdi gider gitmez dalış ayarlayacağımı söylüyorum. Gautier de dalış yapmak istiyormuş ve bir dalış merkezinde ertesi gün için yer ayırtmış, hem de Gordon Rocks için. İstersen vardığımızda sen de benimle gel, kesin yer vardır diyor. Fiyatı da duyunca mantıklı geliyor, neden olmasın.

1 saatlik yol sonrası Puerto Ayora’ya varıyoruz. Gautier ile biz dalış merkezine giderken Ernst de oteline gidiyor, öğlen yemeğinde buluşmak üzere sözleşiyoruz. Hemen limandaki Academy Bay dalış merkezine giriyoruz. Dalış için yer var, merak ettiğim tüm bilgileri aldıktan sonra şartlar ve fiyat da uygun geldiği için ödemeyi yapıp ertesi güne dalışları ayarlıyorum. Gordon Rocks’da dalınacak, çekiçkafa köpekbalığı görme ihtimali çok yüksek. Harika, hem hiç gün kaybetmeden istediğim yerde dalacağım hem de fiyat benim beklediğimden daha uygun, hadi hayırlısı.

Daha önceden Quito’da Diana ile birlikte yer ayırttığımız Espana otele gidiyorum. Yürüme mesafesiyle 2 dakika. Zaten plajlar hariç Puerto Ayora’da her yer çok yakın, en fazla 5 dakika, küçücük bir yerleşim. Otele vardığımda Ernst’le karşılaşıyorum, meğerse o da bu otelde kalıyormuş. Otel yine gayet güzel çıktı, zaten şimdiye kadar uzun kaldığım hostellerin hepsinden çok memnun kaldım.

Eşyalarımı odaya çıkartıp, bir duş alıyorum, bir günden uzun kalacağımdan sırtçantasındaki herşeyi çıkartıyorum, havalandırmak için. Son çakmağımı teknede Miro’ya verdiğim için çakmağım yok. Buluşmadan önce hem markete gitmek hem de etrafı şöyle bir keşfetmek için dışarı çıkıyorum. Meydanda bir süpermarkete giriyorum, yüksek tavanlı, rafları tavana kadar giden değişik bir süpermarket. Gezerken içki bölümüne rast geliyorum. Gözlerime inanamıyorum, şaraplar, tekilalar, votkalar, hem de bilindik markalar o kadar ucuz ki şaka gibi. Şaraplar ortalama 3-5 dolar, tekila, votka, ron gibi diğer içkiler 10-15 dolar. Biz ülkemizde ne güzel kazık yiyormuşuz meğer… Dolaş dolaş hiç bir yerde çakmak bulamıyorum, daha doğrusu açık bir dükkan bulamıyorum, hepsi kapalı. Güney Amerika’ya geldim geleli, sabah açık gördüğüm dükkanı akşamüstü de açık gördüğüm hiç olmadı. Resmen yarım gün çalışıyor dükkanlar, ama yarım günün de bir düzeni yok, denk gelirse. Neyse sonunda kırtasiyeden bozma bir markette buluyorum aradığımı.

Öğlen yemeğinde buluşuyoruz Ernst ve Gautier ile meydana bakan güzel bir restoranda.  Yemek yerken bir yandan da birbirimizi tanımaya çalışıyoruz. Ernst metal işi yapıyormuş İsviçre’de para biriktirip istifa etmiş bu yolculuğa çıkabilmek için. 6 ay diye planlamış ve tam 30.000 dolar ayırmış bunun için. Vaoov dedim ilk tepki, iyi para ama zaman da uzun tabi. Burdan da Havai’ye gidecekmiş. Dalga sörfü öğrenmeye. Peki dönünce işin garanti mi diye sorunca, yoo diyor, ama dönmeden ayarlamaya çalışacağım. Gautier ise uzun süredir Pasifik’in ortasındaki Fransız Polinezya’sında yerbilimci olarak çalışıyormuş, gitmeyi çok istediğim Rapa Nui yani paskalya adasına da gitmiş. Gittiği her yerde de dalıyormuş, Tahiti de bile dalmış. Kıskanmadım desem yalan olur. O da işinden ayrılmış, şu anda hiç bir yerde evi yokmuş. Dönünce düşünücem diyor. Onun da planı Havai’ye gitmek. Ben bu Avrupalılar’ın gezmek için gösterdikleri çabayı takdir ediyorum. Genç yaşta çalışıp para kazanıp, sonra belirli bir süre ara verip dünyayı geziyorlar, sonra tekrar çalışıp, tekrar geziyorlar. Tabi ki geri döndüklerinde iş bulma olanakları, sosyal güvenlikleri bizden daha fazla olduğu için özgüvenleri de daha yüksek, biraz kültürlerinde olan bir gelenek biraz da sanki kalıtsal bir gezme dürtüsü.

Gautier daha önce de adada kaldığı için yakında nereler var ilginç onu soruyorum. Topu topu 3 plaj var diyor, haritada göstererek. İkisi ardarda 2 plaj, Playa de los Alemanes ve las Salinas, onların hemen arkasından bir tuz gölü ve onun biraz ötesinde de çok güzel bir kanyon Las Greitas var diyor. Bence Las Greitas’a git çok güzel bir kanyon diyor.

Akşam 6’da dalış merkezinde ekipmanları denemeye gidene dek ayrılıyoruz. Önce limandan deniz dolmuşuyla kestirme karşı buruna geçiyorum. Daracık bir patikadan yürüyerek tabelaları takip ediyorum.  Önce Playa de los Alemanes plajına geliyorum. Oldukça fazla bir yerli kalabalığı var, yani bir bakıma halk plajı kıvamında. Çoluk çocuk maaile gelinmiş. Denizin rengi güzel ama sığ bir su, ağaçlar denizin içine kadar girmiş. Hiç insan olmasa belki güzel vakit geçirilebilirdi. Hemen bu plajı pas geçip yürümeye devam ediyorum. Diğer plajı ya bulamıyorum, ya da plaj denen yer tek bir iskeleden ibaret. Neyse zaten kanyona gitmek istiyorum, devam. Çok güzel patikalardan, yılan gibi bir sağa bir sola kıvrılan yollardan geçiyorum. Sonunda tuz gölüne varıyorum, sanki ölümcül bir sessizlik var, göl çarşaf gibi, büyük ihtimalle gölde yaşam yok. Güneş acımasızca parlıyor. Gölün kenarında yüksek duvarlı özel mülkler var. Yürümeye devam ediyorum, yol gittikçe daha çok taşlı ve sulu olmaya başlıyor. Yürümek zorlaştı. Ama ellerinde rengarenk şemsiyelerle bir sürü insan aynı yöne gidiyor, demek yanlış bir yolda değilim.

Kanyona geldiğimde ilk izlenim mükemmel, harika bir kanyon, ama biraz kalabalık, yaklaşık 40 -50 kişi var ve kayaların üzerine gelişigüzel oturmuş herkes. Gençler, çocuklar kanyonun karşılıklı iki duvarına tırmanıp aşağıya atlıyorlar. Gittikçe daha yukardan, daha yukardan. Su çok güzel gözüküyor, berrak ve durgun. Gözüme kestirdiğim ingiliz bi ailenin yanına gidiyorum, eşyalarımı bırakabilmek için. İngiliz hemen lafa giriyor, su nefis hemen atla, tuzlu ama insanı taptaze yapıyor diyor, tabi bir de soğuk. Eşyalarımı onların yanına bırakıp çok yüksek olmayan ortalama bir kayanın üzerine çıkıp atlıyorum. Aklıma hemen Ölüdeniz’de Hüda ve İlker’le kafalar iyiyken yaptığımız dolduruşlu atlayışlar geliyor.  Ama burda dolduruşa getirecek kimse yok tabi. Çıkıp atlayanların bir kaç poz fotorafını çekiyorum. Fotograf çektiğimi görünce daha da bir kızışıyor iş, daha da yükseğe, daha da yüksekten.

Kanyonun tadını çıkardıktan sonra geri dönüyorum aynı yoldan yürüyerek. Dalış merkezinde Gautier ile buluşuyoruz. Yarın kullanacağımız ekipmanları deneyip belirliyoruz. Güzel her şey hazır palet, patik, bcd, elbise. Sabah 7:30’da buluşmak üzere ayrılıyoruz dalış merkezinden.

Ernst ile bir restoranda buluşup yemek yedikten sonra dağılıyoruz. Yarın önemli bir gün. Galapagos’ta dalış, yıllardır hayalini kurduğum şey, gidip sualtı makinemi hazırlamalıyım, pilleri de doldurmayı unutmamalıyım.

29.3.2010

Büyük gün geldi. 7:30’da dalış merkezinde buluşuyoruz. Tüpler, malzemeler yükleniyor. Biz de o sırada açık bir market bulup içecek bir şeyler almaya çalışıyoruz. Kahvaltı edemedik, çünkü her yer kapalı. Dalış merkezinde çalışan kızın poğaçamsı sabah kahvaltısından tırtıklıyorum.

Hemen limandan Academy Bay’in sürat motoruna biniyoruz. Bizi divemasterlar Hugo ve Oscar karşılıyor. Gautier ve benden başka İsrailli bir kız ve babası var.  Ama Hugo 5 kişi daha gelecek, toplam 11 kişi olacağız diyor. Sürat motoruyla açıkta demirli son derece lüks bir motoryata yanaşıyoruz. Birbirinden sosyetik 5 tane tiki genç biniyor tekneye, giydiklerinden, takılarından her hallerinden belli. Tekne özel bir tekneymiş ve kiralayıp gelmişler Galapagos’a. Daha önce teknedeki tur rehberimiz Diego’nun da dediği gibi Galapagos’a özel bir teknenin yalnızca girmesi için ödediği miktar 15.000 dolarmış.

Sürat teknesinin güçlü çift motoruyla 1 saatte Gordon Rocks’ta oluyoruz. Tekneyle South Plaza’ya gittiğimizde uzaktan görmüştüm bu üçlü kayalığı.  Kayaların biri büyük diğer ikisi sanki onun çocukları gibi.

Hugo öne brifing veriyor dalış noktası ile ilgili. 2 grup halinde dalacağız. Hugo 5 sosyetik gençle dalacak. Biz de dördümüz Oscar ile. Daha iyi grupta insan sayısı ne kadar az olursa o kadar iyidir. Gautier ile ben buddy oluyoruz. İsrailliler de buddy. Gautier de ben de fotograf çekeceğiz.

Önce tüm ekipmanları kuşanıp ağırlıklar yeterli mi diye bir deneme dalışı yapıyoruz. Güzel kimse de sorun yok. Dipte akıntı da fazla değil, konforlu bir dalış olacak. Ama akıntı olmaması demek büyük balıkların da olmaması demek aynı zamanda.

Dalışa başlıyoruz, daha iner inmez sualtında nefes kesici bir canlılık olduğunu anlıyorsunuz zaten. Ama görüş çok iyi değil, çok fazla plankton var, bunlar da görüşü azaltıyor doğal olarak. Hele flaşlı fotograf çekmeyi iyice zorlaştırıyor.

Küçük balıkların oluşturduğu sürüler her bir yanda. Kelebek balıkları, melek balıkları derken dakika bir ilk büyük beyaz yüzgeçli köpekbalığımızı görüyoruz. Ardından bir tane daha, tam o sırada aceleyle süzülerek bir denizkaplumbağası geçiyor, herkesin acelesi var gibi, bir telaş, bir telaş.

Çok güzel bir orfoz, cerrah balığı derken bu sefer beyaz yüzgeçlilere göre daha iri olan siyah yüzgeçli köpekbalığı görüyoruz, ama çok ürkek hemen uzaklaşıyor. Hala ortalarda çekiçkafalardan iz yok. Biraz makro çalışıyorum aralarda, mercanların arasında, güzel denizyıldızları var.

Bu sırada önce 1-2 tane zannettiğimiz 10-15 taneden oluşan bir eagle ray sürüsü geçiyor hemen yanımızdan. Aslında çok bereketli bir dalış ama hala çekiçkafalar yok. Çıkmaya yakın bir kaç gri köpekbalığı daha görüyoruz. Artık dalışın sonuna geldik, güvenlik beklemesi yapıyoruz 5 metrede 3 dakika. Tam o sırada deli gibi bir köpekbalığı geçiyor hızla yanımızdan, ben tam algılayamıyorum ama çekiçkafaydı diyorlar el hareketleriyle. O kadar kısa sürede gelip geçiyor ki çok bir anlamı olmadı tabi. Neyse iyiye işaret diyorum, artık diğer dalışa…

Hugo ikinci dalışı North Seymour yakınlarındaki Mosquera noktasında yapmamızı öneriyor. Çekiçkafaları görme şansımız orada daha fazlaymış. Aslında hayatımdan memnunum, çekiçkafa görmesem bile gayet heyecan verici bir dalıştı diyorum. Oraya gidilmeye karar veriliyor. İki dalış arası 1,5 saat ara vermemiz gerekiyor.  O sırada tekne yol alıyor. Yeni tüpler takılıyor, ekipmanlar hazırlanıyor ve tekne yol alırken hepimiz kısa bir tavşan uykusu alıyoruz.

İkinci dalışa hazırız. Hugo yeni dalış noktasının brifingini veriyor ve yine aynı gruplar şekilde suya atlıyoruz. Bu sefer akıntı var, akıntı dalışı yapıyoruz, tekne bizi başka bir noktadan alacak. Daha suya girer girmez koca bir manta sürüsüyle burun buruna geliyoruz, harika. Bu arada mantanın ispanyolca battaniye olduğunu tabi çok sonra öğrendim. Battaniye balığı. Suyun altında uçarcasına süzülüyorlar. Mısır’da da bolca gördüğümüz renkli tropik balıkları, müreni, deniz yıldızlarını saymıyorum burada. İlerledikçe garden eel tarlasına giriyoruz. Bahçe müreni. Kendine dikine kuma gizleyen bahçe mürenleri, uzaktan bakınca akıntıda salınan ot gibi gözüküyor, ama yakınına gittiğinizde hepsi teker teker deliklerine giriyor, tarla birden boşalıyor, görüntü çok güzel. Onlarca metre devam ediyor tarla, binlerce bahçe müreni.

Biraz daha ilerleyince kumda parketmiş dinlenen iki büyük beyaz yüzgeçli köpekbalığı ile burun buruna geliyoruz. Rahatsız olup terkediyorlar orayı hemen.  Başka bir bahçe müreni tarlasına giriyoruz ama onlara bu sefer dev deniz yıldızları da eşlik ediyor. Resmen deniz yıldızı tarlası denebilir buraya. Yıldızların fotografını çekerken hızlıca bir şey geçiyor yanımızdan, taklalar ata ata. Şaklabanlık yapan bir denizaslanı. Ağzında bir şeyle oynuyor, köpeklerin kemikle oynadığı gibi, bir bahçe müreni yakalamış ağzınla atıp tutuyor.

Bir kaç beyaz yüzgeç, güzel bir orfoz, golden ray sürüsü, büyük bir siyah yüzgeç köpekbalığı silüeti gördükten sonra yine dalışın sonuna geliyoruz. Ne yapalım şansımız yokmuş çekiçkafa göremedik diye düşünüyorum o sırada ama yine de güzel dalışlardı.

3 dakika güvenlik beklemesine geçiyoruz. İşte tam o sırada beklediğimiz an geliyor. 10-15 kadar çekiçkafa köpekbalığı dört beş metre ötemizden salına salına geçiyor. Bizim Divemaster kıçını yırtarcasına bağırıyor regülatörünün içine, bize dönüp dışarı fırlamış gözleriyle şaşkın şaşkın bakıyor. Hepimiz dona kalıyoruz, müthiş bir an. Saygı duruşu gibi. O kadar iriler ki, heyecan verici gerçekten. Belki yaşadığımız o an yalnızca 15-20 saniye ama, unutulmayacak bir an. Oradaki tüm dalışlara değer. Gözden kaybolduktan sonra, suyun altında sevinçle birbirimizi kutluyoruz. Çünkü bu anı yalnızca Oscar, Gautier ve ben gördük. İsrailliler ve diğer gruptakilerin görme şansı olmadı, şanslıyız.

Su üstüne çıktığımızda Oscar heyecanla kendisinin bile burada yüzlerce dalışı olduğunu ama bu kadar çok çekiçkafayı uzun süredir görmediğini söylüyor, o bizden daha heyecanlandı nedense. Tabi diğer grup bunu duyunca önce klasik dalgıç atışı zannedip inanmıyor, ama foto ve videoları görünce gerçekten göremediklerine çok üzülüyorlar. Çünkü bu fırsat her zaman ele geçmiyor.

İşte bu son bomba ile dalışlar gerçekten tatmin edici geçti diye düşünüyorum ve keyifleniyorum. 2 dalış sonrası herkes acıkıyor, güzel bir koya gidip yemeğimizi yiyoruz.

Dönüşümüzü tekrar sürat motoru ile değil, Santa Cruz’un Baltra’ya bakan kısmından arabalarla geri dönüyoruz.

Akşam Ernesto ile buluşup önce yemek yiyoruz beraber, sonra da bir bara gidiyoruz ama nedense barlar boş, bizden başka pek kimse yok. Birer içki içip kalkıyoruz. Gautier yarın çok erken kalkıp uçakla önce Quito’ya ordan da Havai’ye uçacak, bu yüzden erkenden gidiyor. Vedalaşıyoruz, birbirimize iyi şanslar diliyoruz.

Güzel bir dalış günüydü…

30.3.2010

1 aydır sürekli yollarda olmanın yorgunluğunu geç kalkarak biraz olsun atıyorum. Ama dünkü dalışların rehavetini henüz üzerimden atabilmiş değilim. Onun için bugün öyle koşuşturmaca olsun istemiyorum. Plan da yapmadım. Internetteki işlerimi hallediyorum kaldığım otelin lobisinde, Şili’de kalacağım hosteli ayarlıyorum.

Öğleye doğru çıkıyorum hostelden. Atmden para çekme işini ve yemeği aradan çıkartıyorum hemen. Aklıma Galapagos’a ilk geldiğim gün gördüğüm tshirtler geliyor, bir bakayım belki alırım bir kaç tane diyorum. Bir iki dükkana giriyorum, giyip çıkartıyorum, pazarlık yapıyorum, sonunda of be aman fenalık bastı bu sıcakta beğen al işte diyorum kendime veryansın ederek. Nihayet beğenip 2 tshirt alıyorum.

Nereye gideyim diye düşünürken daha önceden önünden geçtiğim ufak bir balık pazarı gözüme ilişiyor, önünde bir kalabalık, kahkahalar, çığlıklar. Yakınına gidiyorum. Bizde olsa balıkçıların önünde onlarca aç kedi ve martı görürsünüz, çok komik burda kedilerin rolünü denizaslanları, martılarınkini de pelikanlar kapmış. Ama bir curcunadır gidiyor. Denizaslanları tıpkı kediler gibi sakince balıkçıların ayaklarına sürtünüyor, hey ben burdayım biraz beni de gör diyor. Balıkçılar da onları kovmuyor, öyle ayaklarının altında dolanıyorlar, belki bize de bir şey çıkar diye. Pelikanlar ise daha hedefe odaklı, kenara köşeye bir parça balık düştü mü acımadan hepsi çullanıyor yığın halinde. Bazen denizaslanları pelikanları bazen de pelikanlar denizaslanlarını kovalıyor. Herkes de bu olanları kenardan keyifle izliyor benim gibi. Onlarca fotograf çekiyorum güzel bir kare yakalamak için.

Birden aklıma Santa Cruz adasındaki tek gitmediğim plaj Tortuga Bay geliyor, rahat duramıyorum yine, neden olmasın? Uzak ama sıkı bir yürüyüşle 1 saatte gidebilirim. 3-4 km, nereleri yürümedim ki. Önce bir araştırma merkezinin önünden geçiyorum, saate bakıyorum, iyi daha zaman var, dayanamayıp içeri giriyorum. Galapagos’taki sualtıyla ilgili bilimsel araştırmaları sergilemişler, ilgimi çekiyor, hızlıca geziyorum.

Tortuga Bay 2 km yazıyor tabela, aa iyi diyorum, yürümeye devam. Yol gittikçe jungle’a dönüşüyor. Evet sanırım 2 km yürüdüm, gelmiş olmam lazım. Bir giriş kapısı var, evet ama ardında ne okyanusu görüyorum ne de dalga seslerini işitiyorum. Giriyorum demir kapıdan. Bu arada her yer sarp kayalıklarla, kanyonlarla çevrili, sanırım Tortuga Bay’e bu kapı hariç başka bir yerden girilmiyor.

İçerde bir kulübe, kulübede de bir bekçi. Önündeki defteri göstererek bilgilerinizi girin lütfen diyor. Ben deftere yazarken bekçi de uyarıyor. Bak öncelikle saat 6’da bu demir kapı kapanır, eğer geri dönmezsen geceyi burda geçirmek zorunda kalırsın diyor. İçimden e iyi, gayet iyi gerekirse kalırım diyorum amma birden aklıma yarın sabah erkenden uçuşum olduğu geliyor. Bekçi anlatmaya devam ediyor, burada 2 plaj var. İlki çok dalgalı ve tehlikeli, orada yüzmek yasak. Buraya gitmek yarım saat alır. Diğer plaj ise daha sakin orada yüzebilirsin ama dönüş saatini iyi ayarla diyor.

Hemen yürümeye başlıyorum hızlı adımlarla. Çin seddi gibi uzun bir patika yapmışlar okyanusa kadar. Yürü yürü bitmiyor, gerçekten uzakmış, dalga sesleri gelene dek durmak yok. Hafiften de yağmur atıştırıyor. Sonunda varıyorum plaja, nerdeyse herkes dönmeye hazırlanırken.

Sahil muhteşem, okyanus dalgalarının ufaladığı beyaz kum tanecikleri o kadar ufak ki, teması kadife gibi, yumuşacık. Dalgalar biz de burdayız der gibi dövüyor sahili. Denizdeki hemen hemen herkes dalga sörfü yapıyor.

Normalde isminden de anlaşılacağı üzere bir sürü kaplumbağa olması gerekiyor burada. Ama bir tane bile göremedim henüz. Herhalde akşama kalmıyorlar buralarda, erken gelip erken gidiyorlar.

Kum o kadar yumuşak ki bastığınızda ayak iziniz 15-20 santim derinliğinde oluyor. Tabi bu aslında pek iyi de bir şey değil. Suyun içinde ayakta dururken, ayağınızın altındaki kum dalgalarla bir anda çekiliveriyor ve hemen altınızda koca bir çukur oluşuyor. Bu yüzden 5-10 saniyede bir yer değiştirmek gerekiyor. Dizime kadar suya girip, altımdan kayıp giden kumlarla oynaşıyorum, 1 saate yakın öylece suyun içinde, dalgaları, dalga sörfü yapanları izliyorum. Okyanusun kenarında, nefis bir plajda 1 saatimi böyle ayaklarım suda geçirmek gerçekten ayrıcalık. Kendimi çok iyi hissediyorum.

Yağmur hızını artırmaya başlayınca, dönüşe geçmeliyim artık diyorum. Aynı yoldan çin seddini bir kez daha anarak. Tempolu bir yürüyüşle parkın demir kapısı kapanmadan yetişiyorum. Aslında burada kalıp macera dolu bir gece geçirmek de fena olmazmış hani.

Her zaman yemek yediğimiz yere gidiyorum şehire varınca. Restorana girer girmez yağmur gökyüzünden boşalırcasına çılgın yağmaya başlıyor. Siparişimi verip, sigaramı yakıp adaları serinleten tropik yağmuru seyrediyorum keyifle. Telaşla yağmurdan kaçan adalıları, yağmurdan sırılsıklam olmuş turistleri gözlüyorum yemeğimi yerken. Ve düşünüyorum, geçen son bir haftayı, iyi ki gelmişim, hayallerimi gerçekleştirmek için hiç tereddüt etmedim, şanslıyım. Umduğum gibi çok güzel geçti, kaldığım süre azdı ama olabildiğince tadını çıkardım. Umarım bir dahaki sefere daha uzun gelirim buralara.

Older Posts »

Kategoriler