Gönderen: beranakdag | 16 Mart 2010

Kolombiya, Villa de Leyva

10.3.2010

San Antonia, Sabah 6. Uyanmamla kaldığım hostelden çıkmam bir oluyor. 1-2 blok ötede pasaport işlemlerimi yaptırıyorum ülkeden çıkabilmek için. 5 dakika sürüyor. Neyse bakıyorum feci bir trafik var sınırda, yürümeye karar veriyorum. Çok uzak değil 1 km falan sanırım. Venezüela ile Kolombiya arasındaki sıradan bir köprüden sınırı yürüyerek geçiyorum. Köprü vızır vızır iki yöne de. Sallana sallana köprüden geçtikten hemen sonra bu sefer Kolombiya’nın pasaport ofisine giriyorum.  Yine boş 5 dakikada işim bitiyor. Arkama şöyle bir bakıyorum, artık elveda Venezüela, merhaba Kolombiya diyorum. Pasaport ofisinin hemen önünde kaçak taksi yapan Kolombiyalının tekiyle fiyat pazarlığı yapıyorum ve beni  Cucuta havalimanına bırakıyor. Ödemeyi de Venezüela parası yani Bolivar ile yapıyorum ucu ucuna, böylece elimde gereksiz miktarda Bolivar kalmıyor.

Uçak biletim yok ama şansımı denemek istiyorum. Umarım vardır diyorum içimden, yoksa yine otobüs, uzun  ve yorucu 1 gün daha.

Cucuta havalimanı çok ufak ama bir sürü uçuşun yapıldığı temiz ve oldukça modern bir havalimanı. Sabah 10’da Bogota’ya kalkan bir uçağı yakalıyorum hem de oldukça iyi bir fiyata, neredeyse otobüs parası. Ama hiç Kolombiya pezom yok, ilk defa denemek üzere ATM’ye gidiyorum, umarım sorun çıkmaz çünkü havayolu şirketi de kredi kartımı kabul etmiyor peşin ödemem lazım. Neyse sorun çıkmıyor normal banka kartımla rahatlıkla pezo çekiyorum bir miktar. Ama kafam bütün kurlarla allak bullak oluyor tabi. Tam bolivara alışmışken şimdi de bol sıfırlı yeni bir kur.

Biletimi alıp, hemen yemek yemeye gidiyorum, uçak kalkana kadar. Şu ana kadar neden bilmiyorum Kolombiya ile ilgili izlenimlerim Venezüela’dan daha iyi sanki. Bir kere insanlar sanki daha sıcak, bakalım göreceğiz.

Bogota uçağı tam zamanında kalkıyor Cucuta’dan. 1 saat içinde Bogota’da oluyorum. Her şey çok düzenli gidiyor bir problem yok. Sırt çantamı bagajdan alıp bir turist danışmaya gidiyorum havaalanında. Güleryüzlü ve nefis ingilizce konuşan bir ilgili bana yardımcı oluyor. Bogoto haritası ve rehberi veriyor, taksilerin nereden kalktığını gösteriyor. Hemen taksi için fiş oluyorum ve aldığım fişle taksiye biniyorum. Nereye gideceğinizi ofise söylüyorsunuz, o size bir fiş kesiyor ve üzerinde fiyat ile gideceğiniz yer yazıyor. Bunu taksi şoförüne gösterip hem gideceğiniz yeri söylemiş oluyorsunuz hem de pazarlık yapmanıza gerek kalmıyor. Taksi şoförü de çok kibar, beni hemen Bogota otobüs terminaline götürüyor. Buradan kalkan bir Tunja otobüsüne binicem, daha sonra oradan da Villa de Leyva minibüsüne.

Bileti alıyorum ve 10 dakika içinde kalkıyor otobüs Tunja’ya. Otobüs çok lüks ve rahat. Tunja’ya 2,5 saat içinde varıyorum. Büyük şehirden yine küçük yerlere doğru kayıyorum. Yollar çok güzel, içimden bir his buraları çok sevicem diyor. Villa de Leyba minibüsüne de biniyorum ve 45 dakika sonunda evet artık kalacağım yerdeyim. Hemen yürüyerek yer ayırttığım Hostel’e gidiyorum. El Solar Camping Hostel. Çok güzel bir avludan giriyorum, içeri girmemle inanılmaz sıcak bir karşılama oluyor. Marta ve Mario beni kapıda karşılıyor. Marta ingilizce bilmiyor ama benimle tane tane konuşuyor ispanyolcayı anlayabileyim diye, nerdeyse anne şefkati gösteriyor şimdiden, aç mısın, yorgun musun diye. Mario ise güzel ingilizce konuşuyor, daha eşyalarımı odaya taşımadan avluda koyu bir muhabbete dalıyoruz. Hem de ne muhabbet. Marta bir yorgunluk kahvesi getirirken biz de Mario ile iyice koyulaştırıyoruz sohbeti. Öyle ki kısa bir hayat hikayesini anlatıyor bir çırpıda. Bayağı bir dramatik hikayesi.

Babası geniş arazileri olan zengin bir çiftçiymiş zamanında. Mario bir amerikan kolejinde okumuş, 2 sene Hawai’de yaşamış, nerdeyse tüm dünyayı denizden gezmiş, bayağı görmüş geçirmiş. Hatta 2 tane uçakları varmış ve pilotluk bile yapmış. Ama 15 sene önce gerillalar babasını kaçırmış, herşeylerini ellerinden alıp yakıp yıkmışlar, ve babasını öldürmüşler. Mario da canını kurtarmak için kaçmış ülkeden. Çok zor günler geçirmiş, hiç bir şeyi kalmamış, sıfırlamış, annesi Alzheimer olmuş artık oğlunu tanımaz haldeymiş. Mario da mide kanserine yakalanmış üzüntüden. Kemoterapi geçirmiş, yıllarca uzattığı bütün saçları dökülmüş, şimdi saçları kısacık. Ve kaybedecek hiç bir şeyi kalmayınca gelip bu küçük kasabaya yerleşmiş.

Bu arada Marta bana etrafı gezdiriyor, odaları, duşları, banyoları, mutfağı ve arkadaki yemyeşil bahçeyi gösteriyor tek tek, hangi odada kalmak istediğimi soruyor. Ben de hemen seçiveriyorum, sanki kendi evimin bir odası, duvarda tablolar, raflarda kitaplar, yüksek tavanlı sıcacık bir oda. Marta bana yeni sıcak bir Kolombiya kahvesiyle yanında fırından yeni çıkmış tavuklu bir empanada ikram ediyor. O kadar iyiler ki anlatamam. Sanki yıllardır görmedikleri bir akrabaları gelmiş onu ağırlıyorlar.

Mario’ya hemen çevreyi soruyorum, gidilecek yerleri. O da sen merak etme yarın sabah erkenden kalkarız ben gezdiririm seni diyor. Oh daha ne isterim ki. Biz konuşurken bir sürü insan gelip gidiyor, hepsi Marta ve Mario’nun arkadaşları ya da onların çocukları, sanki onların evinde kalan bir misafirmişim gibi her gelenle beni tanıştırıyorlar. Hala avludaki koltukta oturuyoruz, odama eşyalarımı bile taşıyamadım konuşmaktan.

Televizyon açık, haberler var. Haberler hep uyuşturucu kaçakçıları, yasadışı insanlar, hapisten kaçanlar, yakalananlar, hep böyle. Sanki kolombiya yalnızca bundan ibaret gibi. Mario komik adam hemen bana gerçek ama fıkra gibi Kolombiya hikayeleri anlatmaya başlıyor;

Mesela diyor biliyor musun, Amerika Birleşik Devletler 500 ve 1000 dolarlık kağıt paraları neden tedavülden kaldırdı. Kalktığını biliyorum ama neden olduğunu bilmiyorum diyorum. Kolombiyalılar yüzünden diyor. Yok canım diyorum hayretle. Meğerse zamanında Kolombiyalı uyuşturucu kaçakçıları bir uçak dolusu kokainle Amerika’ya gittiklerinde, aynı uçağı tıkabasa amerikan dolarıyla doldurup öyle geri dönüyorlarmış. Ama Amerika büyük paraları tedavülden kaldırınca, iş bozulmuş, aynı miktar kokaine karşılık 4 uçakla geri dönmek gerekmiş. Dakikalarca gülüyorum buna, ama gülme diyor, bu gerçek ve başka hikayeye geçiyor.

Altın madeni olan bir arkadaşı varmış. Periyodik zamanlarda madenden çıkan altınları güvenli olsun diye bankaya götürmek için helikopter kullanıyormuş. Yine öyle bir gün, altınları helikopterle taşırken, tam üstlerine başka bir helikopter yaklaşmış. Elinde tuğla olan bir adam seslenmiş, eğer hemen aşağıya inip altınları vermezseniz elimdeki tuğlayı pervanenize atıcam ve hepiniz öleceksiniz. Tabi ki inmek zorunda kalmışlar, altınlar da gitmiş. Yaa diyor Mario ne kadar basit bir plan, yalnızca bir tuğla ne işler görüyor.

Bir gün büyük bir soygun oluyor Kolombiya’da. Bir bakıyorlar soygunda kullanılan silahlar orduya ait. Nasıl olur diyorlar, sonra bir bakıyorlar ki, ordunun en büyük silah deposu, kilometrelerce tünel kazılarak soyulmuş, haberleri bile yok.

Hikayeler böylece sürüp giderken, Brezilyalı Viviane çıkıp geliyor sırtında çantasıyla. Hemen bir odaya yerleştiriyor Marta onu, ben ise hala eşyalarımı odaya taşımamışım.

Viviane diyor ki ben çok açım yemek yemeğe gelir misin. Ama şöyle garip bir durum var, Viviane ingilizce anlıyor ama konuşamıyor, ben de ispanyolca azbuçuk anlıyor ama konuşamıyorum. Nasıl olacak bilmiyorum diyorum. Neyse gidiyoruz yakın bir lokantaya, durum çok komik, ama bir şekilde anlaşıyoruz ve sohbet ediyoruz. İngilizce, ispanyolca, portekizce… Sao Paulo’luymuş, öğrenci, şeker bir kız. Meğer o da ispanyolcayı iyi bilmiyormuş, kendi dilinin yani portekizcenin benzerliğinin avantajını kullanıyormuş. Komik bir akşamın sonunda biraz daha sohbet edip erken bitiriyoruz geceyi, yarın sabah erken kalkıp Mario’yla tura çıkıcaz, Viviane de katılacak bize…

11.3.2004

Sabah 7’de zımba gibi kalkıyorum. Kaldığım hostel daha doğrusu ev gerçekten çok güzel, en güzel odayı da bana verdiler. Odaların açıldığı çok güzel bir avlu arkada da harika bir bahçe var. Duşumu alıp, traş olurken, Marta bahçede kahvaltıya çağırıyor. Pan yani ekmek, ama gerçekten lezzetlisinden, tereyağ ve güzel bir kolombiya kahvesi, oh mis. Hemen kahvaltıyı bitirip yola çıkıyoruz.

Mario arabasına benzin alırken, biz de atıştıracak bir şeyler ve su alıyoruz yanımıza. Hava harika, güneşli ve sıcak, ama kıvamında.

İlk olarak güzel bir çiftliğe gidiyoruz. Cascada la Periquera. Hemen yanından nehir akıyor,küçük şelaleler halinde dökülüyor. Şelalere iniyoruz yavaş yavaş. İlkine geldiğimizde Mario bir cips çıkarıyor Yuka ağacından. İnce dilimlenmiş aynı cips, ama yuka ağacının gövdesinden. Yani bayağı ağaç yiyoruz afiyetle. Yanında da orası için standart bir içecek tüttürüyoruz. Biraz fotograf çekip devam ediyoruz, diğer şelalelere. Mario ağaçların üzerinde yaşayan garip bitkileri gösteriyor. Bunların içinde de yaşayan kurbağaları. Dünyada ağaçta yaşayan tek kurbağa türünü. Ardından yukarı çıkıp çiftliğin sahibiyle sohbet ediyoruz biraz, fazla oyalanmadan yola çıkıyoruz.

İkinci durağımız bir köy evi, uçsuz bucaksız yeşilliklerin içinde fakir bir köy evi. Sıcak karşılanıyoruz, Mario bir şeyler sorup hemen yeşilliğe gidiyor. Biz de peşinden, meğerse mantar arıyormuş, yeşilliğin içinde, bir kaç tane buluyor iyisinden. İyisinin nasıl farklı olduğunu anlatıyor. Bu arada bir tür şeker kamışından süzülerek fermante edilen özel bir içki ikram ediyor köy evinin hanımı. Gruapo gibi bir şey diyorlar ama tam anlamıyorum. Fazla içince kafayı gayet güzel yaparmış. İçiyoruz birer bardak. Bir de kızarmış platano, muza benziyor ama tadı çok farklı.

Burada da fazla oyalanmadan Mario yakında yaşadığı yere götürüyor bizi. Derme çatma yapılmış bir hippi evi. Ama içerisi mükemmel, müze gibi her yer fosil dolu. Bir de keyif verici maddeleri araştırma ve geliştirme merkezi sanki, kaktüsler, mantarlar, kitaplar, bonglar, pipeler. Bol aksesuarlı bir hippi evi gerçekten. Biraz burada vakit geçirdikten sonra Estacion Astronomica Muisca ya da diğer adıyla El Infiernito’ya gidiyoruz. Burasının 2 özelliği var. İlki;  yaklaşık 2000 sene önce yerliler bu alanı zamanı ve mevsimleri ölçebilmek için düzenlemişler. 1’er metre aralıkla ve 9 metre aralıklı 2 sıra halinde 30 adet yekpare taş yerleştirmişler. Bunun amacı zamanı gölge uzunluğu ve açılarından tam olarak belirlemek. Stonehenge benzeri bir yer yani. Diğeri ise diğer bir alanda onlarca devasa fallik  monolit dikilitaşların bulunması. Bunların da kolonizasyon öncesine kadar devam eden bir ritüelin simgesi olduğuna inanılıyormuş.

Ardından Mario’nun kendine yeni yapmaya başladığı evine gidiyoruz, kabasını bitirmiş, ama henüz bitirememiş.  Evin duvarları fosil dolu. Arazisinde koca bir fallik monolit var ama devrilmiş. Bir tane daha tüttürüyoruz dinlenirken. Birkaç yuvarlak taş kırıyoruz belki fosil buluruz diye. Çünkü yer gök fosil, yenisini bulmak çok olağan.

Santo Ecce Homo’ya gidiyoruz. 1620 yılında kurulmuş ruhani bir yer. Elyazması incillerin çoğu burda yazılmış. Binanın içinde muhteşem bir bahçe var Bina yaklaşık 400 yıllık ve sapasağlam. Binanın içindeki yemek bölümünde 400 sene önce latince yazılmış bir yazı çok hoşuma gitti. İçmek için yaşama, yaşamak için iç. Kaş’ta çok içenlere duyurulur.

Burda da her yer fosil dolu. Şehir sanki fosillerle bütünleşmiş artık. Burası dünya üzerinde yalnızca tek bir kara parçası varken sular altındaymış, kıtalar biribirinden ayrıldıkça burası da yükselmiş ve şu anda ortalama 500 metre yukarda. Ama 100-150 milyon yıllık fosillerin hepsi deniz yaratıklarının fosili. Mario’nun söylediğine göre bir de futbol topu büyüklüğünde fosiller var ki bunlar da dinazor dışkısı fosili, her yerdeler…

Evet sondan bir önceki durağımız El Fosil. 120 milyon yıllık devasa bir deniz sürüngeninin eksiksiz fosili. Kronosaurus. Yaklaşık 12 metre uzunluğunda ve evet dinazorlarla birlikte yaşamış bir deniz canlısı. Ama yalnızca bu da değil, 100-150 milyon yıllık daha yüzlerce canlının fosili var müzede. İnsan kendini bir acayip hissediyor bu kadar fosilin ortasında.

Müze çıkışında Mario’nun da onayıyla bir fosil satın alıyorum, bir deniz canlısı fosili, en az 100 milyon yıllık. Yalnızca 1 dolara. İnanılmaz. Viviane ile bunun nasıl olduğunu soruyoruz Mario’ya.  Bu çok olağan diyor, çünkü yer gök burda bunlarla dolu, coca, mantar ve ot gibi diyor.

Son olarak bir kaç mavi gölden oluşan Pozos Azules’e gidiyoruz. Artık burdan sonra eve dönüş.

Döndüğümüzde Marta’nın bir sürü tanıdığıyla tanışıyorum arka bahçede. Müzisyen ve Türk olduğumu duyunca çok hoşlarına gidiyor. Hatta bi tanesi, espri yapıyor, zaten müzisyen olmayan Türk’e Türk demezler diyor. Bir gitar bulup Türkçe müzik gecesi yapmak istiyorlar, iyi diyorum ben de, gitar bulabilirseniz memnuniyetle. Yine kahveler içiliyor.

Bu arada Viviane geliyor, alışverişten beraber Plaza Bolivar yakınında güzel bir restorana piza yemeye gidiyoruz. İspanyolcam bayağı ilerliyor, sayesinde nerdeyse Portekizce bile öğrenicem. Artık şakır şakır sohbet ediyoruz, arada bir hatlar karışıyor tabi, ingilizce, ispanyolca, portekizce… Brezilya hakkında sorular soruyorum, güzel bilgiler alıyorum. Bu arada Viviane r’leri g gibi söylüyor, ben de zannediyorum ki portekizcede öyle gırtlaktan söyleniyor. Meğerse kızın problemi varmış r’leri söyleyemiyormuş. Fena rezil oldum. Neyse beraber oranın küçük barlarından birine gidiyoruz yemek sonrası. Gözlem yapıyorum oranın yerlilerini. Buranın geceleri de güzelmiş diyorum, Kaş’a benzetiyorum tekrar, sokakları gece bile güvenli.

12.3.2010

Kuş sesleriyle uyanıyorum. Herkes uyanmış arka bahçede muhabbet ve kahvaltı ediliyor. Mario ve Viviane dövmelerini gösteriyor. Bir de Kolombiya esprisi patlatıyor. Güya onda da varmış aynısından ama şimdi herkesin ortasında gösteremezmiş. Hahha çok güldüm, çünkü aynısının Türkçe versiyonu da var diyorum. Ama ilginç olan Kolombiya esprisinin içinde İstanbul geçmesi.  Dövmeyi yaptırıyorsun münasip yerine. Küçük ve büzüşmüşken RENOPLA yazıyor. Ama erekte olduğunda yazı şu hale geliyor: RECUERDA DE UNA NOCHE DE AMOR EN CONSTANTINOPLA. Anlamı da İstanbul’daki aşk gecesini hatırla. Hahha çok gülüyorum buna sabah sabah.

Martika (Marta’ya böyle sesleniyor herkes) bana Türk kahvesi kıvamında bir Kolombiya kahvesi yapıyor. Kahvaltı ederken adresleri alıp veriyoruz birbirimize. Martika eğer Bogota’da yer bulamazsan oğullarımın evinde kal diyor, sakın çekinme. Bir de sıcak pan veriyor bana.

Sonra Viviane’yi uğurluyoruz, başka bir şehre gidip ordan da Brezilya’ya geri dönecekmiş. Neyse Martika’nın arkadaşları ellerinde gitarla geliyorlar, akşam için. Ama teli eksik, başka kırık bir gitarın tellerinden uyduruyorum ve akordunu yapıyorum. Biraz tıngırdatınca çok hoşlarına gidiyor. Harika bir spaghetti ile ödüllendiriyorlar beni. Akşam için sözleşiyoruz.

Sokaklara çıkıyorum yeniden. Dolaşırken, çok sevdim burayı, Kaş’tan sonraki favorim diye düşünüyorum. Hava kararırken hostele dönüyorum. Avluda koltukta oturmuş makinemde fotolara bakarken, her halinden belli ki iddialı bir Kolombiya kızı giriyor içeri, Sandra. İngiltere’de okumuş bir süre, ingilizcesi iyi, yanıma oturuyor hemen, sohbet etmeye başlıyoruz. Bütün Güney Amerika’yı dolaşmış nerdeyse, Arjantin’e mutlaka git diyor, sakın atlama, büyüleyici.

Ben de ona hazır makine yanımdayken biraz Kaş fotografı gösteriyorum, çünkü merak ediyor nerde yaşıyorum diye. Bayılıyor fotolara, inanmıyor önce, demek sen burda yaşıyorsun diyor, beni de götürsene bavulunda giderken diye latife yapıyor.  Ben de sığmazsın diyorum…

Bu arada Mario ve Martika bahçede ateş yakmışlar, misafirlerle birlikte beni bekliyorlarmış. Arka bahçeye gidiyoruz. 6-7 kişilik çok güzel bir grup. Önce ben gitarla Türkçe parçalar söylüyorum, ardından bu sefer onlar başlıyor, acapella söylüyorlar, Kolombiya’dan, Meksika’dan, Şili’den,Küba’dan… Şili şarabı içiyoruz bir yandan. Gecenin 2’sine kadar.

Hoş bir gece ama benim biraz uyumam lazım. 4’te kalkıp 5 otobüsüne yetişicem. Vedalaşıyoruz, söz veriyorum tekrar geleceğime, onları ve Villa de Leyva’yı çok sevdiğimi söylüyorum. Mario da çok teşekkür ediyor, çoktandır böyle güzel bir gece yaşamadık diyor. Zor ayrılıyoruz. Eşyalarımı toparlayıp yatıyorum 1-2 saatliğine bile olsa…


Yanıt

  1. ilgi,merak ve biraz da kıskançlıkla takip ediyorum seni:) helal.. şu fosillerden bolca alsaydın burda satar köşeyi dönerdin:-P

    • düşünmedim değil, dile kolay 100-150 milyon yıllık fosiller, bi dahaki sefere beraber gelir fosil işi kurarız :))

  2. hiç bişey diyemiyorum sana…

  3. selam üstat

    çok güzel anlatmışsın. ben 16 aralıkta kostarika,panama,kolombiya,venezuella,tiridat tobaco, turuna çıkacağım. bana biraz kolombiya ve venezuella hakkında parasal detay verebilirsen günlük ne harcamam gerektiğini çıkara bilkirim. saygılar.

  4. beran bey benimle seyahate gelmek isteyen arkadaşınız varsa sevinirim. ben eşim ile birlikte seyahat ediyorum selamlar.


Yorum bırakın

Kategoriler